Prolog
2024 - Eylül
Yağmur sesleri, yaklaşan geceye doğru akan müzik notaları gibiydi. Kitap okurken arka plan melodim olmuştu. Yavaş yavaş başlamış gözlerim, zamanla yıpranmış sayfaların satırları üzerinde geziyordu. Bu kitabı okumak rahattı. Yıllar içinde defalarca kez tekrar ve tekrar okudum ama her seferinde bana aynı zevki vermeyi başardı. Sürgün elf prensinin yolculuğu, onun yalnızlığını ve kayboluşunu okumak biraz olsun kendi dünyamdan uzaklaşıp, onun dünyasında kaybolmamı sağlıyordu. Sayfayı çevirirken titrediğimi hissettim. Uzun zamandır üşüyor olmalıydım ama zihnim ile bedenim arasındaki boşlukta fark etmemiştim. Bu durum benim için normaldi. Ara sıra okurken çevremin farkına varmam. Titreyip yatağımda battaniyeme daha sıkı sarıldım ve okumaya devam ettim.
Beni bu transımdan uyandıran ise yağmurun melodisine karışan araba sesi ve tekerleklerin nemli toprak yolda çıkardığı uğultular oldu. Yolun taşlı olduğunu ve kapının açılmasıyla botların bu taşlarda az da olsa ses çıkarmasını bekledim. Liderim sessiz birisi değildir. Onun evin duvarlarının yanında yürüyüp verandanın tahtalarına çıkmasını kapının açılma sesini dinledim. Artık gözlerim durmuş sadece kulaklarımı kullanıyordum. Zaten gözlerimin önünde de loş ışıkta alt ranzadan gördüğüm odam vardı. Bir dakikanın ardından kapım iki kere çalındı. Kitabımı kenara koydum. Battaniyenin altından çıktım ve ayağa kalktım.
Kapı açıldığında karşımda benden on santim daha uzun, mavi gözlü zayıf bir adam vardı. Bu havaya karşın kollu bir tişört ve ceket gitmişti. Kısa siyah saçları yağmurun etkisiyle geriye yatmıştı. Bana bakarken gözlerinde soluk bir hal vardı. “Uykusuz duruyorsun, daha iyi misin?” Her zaman olduğu gibi selamlaşma faslını unutmuştu.
“İyiyim, uyku tutmadı o kadar.” dedim. Yorgun olsam dahi, uykum yoktu. Yataktan çıkmadan dinlenmek bana yeterdi. Dışarıdan böyle görünmesine rağmen vücudum buna dayanabilir. Bana yarı sağlam bu formumu oluşturmayı öğreten de yine karşımdaki adamdı.
Sırt çantasını çıkarıp yere koydu. İçinden kalın kapaklı iki kitap ve bir defterle beraber, ince uzun mp3 çalar çıkarıp bana uzattı. Anlık dumura uğradım. Kitapların ikisini ve mp3 çaları, ondan ben istemiştim ama sonuncusu ise kalın, çizgili bir defterdi. Kafamı kaldırıp ona baktım. “Teşekkür ederim ama bunu istememiştim.”
Alpha, tek dizinin üzerinde doğruldu. “Biliyorum. Dün sizi konuşurken duydum. Arkanızda mirasınız olmayacağı hakkında olanı. Günlük, benim hediyem. İstersen yaz, istersen yazma; sana kalmış. Ölüm kapını çalınca bir mezarın olmayacak ama geride bunu bırakabilirsin.” Onun hediye vermesi enderdir. Bu baş sallamayla kabul ettim ve teşekkür ettim. Bulutlu gökyüzü altında olmasaydım gülümserdim ama yapmadım. Kitapları sonra okumak için masanın üzerine bıraktım ve günlükle beraber yatağıma döndüm.
Bundan bir hafta önce Crow ve Dream ile şömine başında öldükten sonra geriye birbirlerimizin anıları dışında bir miras bırakmayacağımızdan bahsetmiştik. Hayatımız bunu gerektiriyor, yaşadığımıza dair bir kanıt bile olmadan yok olmayı. Depresif bir konuşmaydı ama bunu sık yaparız. Öldükten sonra bir mezarımın dahi olmayacağı gerçeğiyle yıllar önce yüzleştim. Bu yazdıklarım yedi yıl önce bana fazla anlamsız gelirdi. Bu günlüğü o yüzden önce geçmişimden bahsederek başlayacağım. Adımın, benliğimin, hayatımın yalan olduğu zamanlardan. Ruhumun saf olduğuna inandığım zamanlardan. Soğuk bir gece okuyuşuna hazır ol genç ruh. Ruhum kararırken, kara çamlar arasındaki yolculuğumda bana eşlik et.