2.Kısım: Fenrir'in Kabusu
2017 - Eylül
Özgür olmak istemiştim. Kendimi bildim bileli ya da hatırladığım kadarıyla en azından, özgürlüğü biraz olsun tatmak istedim. Her zaman uğraşmak zorunda olduğum bu ikinci kişiliğimden kurtulmak onun korkusu olmadan, ilaçlarımı almadan yaşamak ve normal biri olmak. Herkes gibi arkadaşlarıma dışarı çıkmak, hatalar yapmak, hayatın zorluklarıyla yüzleşmek istedim. Okul hayatından şikayet eden sanal arkadaşlarımı anlayamadım hiç. Hiç sinemaya gitmedim. Hiçbir zaman sokak hayvanlarını sevmedim. Bir mağazaya girip alışveriş yapmadım. Hiç duygularımı hissederek kaldırımda yürümedim. Bunlar dışarıdan hoş gözükmüyordur. Sana göre bunların pek bir anlamı olmayabilir ama benim için vardı. Herkes hayal kurar, çoğu onlara ulaşamaz ve pes eder. Ben hayalimi asla gerçekleşmeyeceğini öğrendim o gece. Anneminse düşmanım olduğunu.
Yağmurlu bir günde, tek katlı bir kulübenin verandasında, masada sakince oturuyordum. Sırtımı sandalyeme yaslamış, elimdeki adını hatırlamadığım kitabı okuyordum. Dışarıdaki manzarada yalnızca ormanlar vardı. Çam ağaçları ve önlerinde sayısız çiçek, güller, leylaklar ve papatyalar aynı mevsimde nasıl olduysa açmıştı. Her biri yağmurda başını eğmişti. Kokularını oturduğum yerden alıyordum. Islak toprakla karışınca bu dünyanın Tanrı tarafından verilmiş bir nimet olduğuna tekrardan inanıyordum.
Evin kapısı açıldı ve annem dışarı çıktı. Siyah saçlarımı ondan almışım, sırtına kadar serbestçe salınmıştı. Benden biraz daha kısa olmasına karşın daha güzeldi. Zümrüt yeşili gözleri, beni görünce kıvrılan dolgun dudakları ve pürüzsüz teniyle gerçekten muhteşemdi. Onun yanında kızı olduğumu anlamayanlar olacaktır. Pürüzsüz tenini miras almadım, gözlerini de ve kendini yaşıtlarından bile genç gösteren duruşunu almadım. Yalnızca siyah saçlar, ona benden kalan buydu.
Elinde iki tane cam bardakta çay vardı. Sandalyesini çekip karşıma oturdu. “Ne okuyorsun?” diye sordu, sakin bir tonda. Bana bardağı uzatırken sol elinde yüzük parmağının boş olduğunu gördüm. Babamın ona verdiği evlilik yüzüğünü çıkardığını hiç hatırlamıyordum. Elini yıkarken çıkardığını düşünüp boş verdim.
“Kurtlar hakkında bir kitap, son zamanlarda onların ne kadar harika olduğunu fark ettim.” Kitabı kapatıp masanın üzerine koydum. Kapağında gökyüzüne bakan bir kurt vardı. Böyle bir kitap okuduğumu hatırlamıyordum. Ormandaki ağaçlardan karganın ötüşü yağmur seslerini deldi.
Annem karganın sesini umursamadan çayından bir yudum aldı. “Kurtlar asil hayvanlardır ama ben onları sevmiyorum. Onun yerine kediler daha güzel.” Bunu biliyordum. Anneme ne zaman köpek sahiplenmek istesem bana hayvan tüyüne alerjisi olduğunu ve eve alacaksa bile ancak yavru bir kedi olabileceğini söylerdi ama hiçbir zaman bunu gerçekleştirmedi. Kedi fikrim bile sonraya kaldı.
İçimdeki gelen içgüdüsel bir şey, buna huzursuz oldu ve konuyu değiştirmek istedim. Başımı çam ağaçlarına çevirdim. “Sonunda tatile geldiğimize sevindim. Her şeyi geride bırakmak, ondan kurtulmak ve normal bir hayatta sahip olmak güzel.” O an, tatilde olduğumuzu hatırladım. Yalnızca o anlığına ikinci kişiliğimden kurtulmuş bir hayatta, özgürlüğümü bulmuştum. Olduğum yaştan büyüktüm. Kollarıma güç gelmiş, sağlığım yerindeydi. Bu gün mutluydum. Arkada bir aynı karga tekrardan gakladı. Bu sefer rahatsız olup baktım. Yalnızca o ağaç kümesinin içinde insansı bir figür geçti.
“Sana özgür olacağını söylemiştim. Sabrettin ve bunun karşılığını fazlasıyla aldın. Hayatının geri kalanı burada başlıyor. Ve ben her zaman yanında olacağım, canım kızım.” Söylediği güzel gözler ruhumu sıcaklık yaysa da, arkada bir şey beni rahatsız ediyordu. Onun karga sesine tepki vermemesi, burada tatilde olmam, rahatlığım ve okuduğum kitap. Her şey, tuhaftı.
“Yanımda olduğun için teşekkür ederim anne. Seni seviyorum.” Kelimeler dudaklarımdan çıkmamış, bir nehir gibi akmıştı. Masanın üzerine eğilip ona yaklaştım.
Annem yine çayından bir yudum aldı. Dudaklarında yayılan gülümseme büyüleyiciydi. Sıradan birini ona aşık edecek kadar güzeldi. “Rica ederim, güzel kızım.”
Tekrardan aynı karganın sesi, kulaklarımda çınladı. Ve ormanın içinde yağmur damlaları arasında yankılandı. Bu bana uyarı gibiydi. Annem, beni sevdiğini söylemişti. Anneme döndüm. En başında, sormam gereken soruyu sordum. “Anne neden bana yalan söyledin?”
Annem durdu. Nefesini verdi. Parmaklarının gerildiğini gördüm. Elindeki bardağı yavaşça masaya bıraktı. “Senden özür dileyemeyeceğim kızım.” Ve gözleri karanlığa gömüldü. Korktum.
Terleyerek uyandı diğer kız. Kalbi, soğuk bir gecede ilerleyen doğu ekpresi gibi hızlı atıyordu. Korkumun ardından gelenler onun kontrolünde devam ediyordu. Nefeslerinin arasında gözlerini açtı. Simsiyah bir karanlığa, simsiyah açılan gözler. Yanında duran perdeyi kenara çekti. Hava henüz aydınlanmamıştı ama o saatlere yakındık. Pencere ormana doğru bakıyordu. Çok fazla uyumuş olamazdık.
Diğer kız, yatakta ağır hareketlerle doğruldu ve sırtını yatak başlığına yasladı. Nefes alışverişleri düzelene kadar da konuşmadı. “Benim olmadığım bir dünya böyle olacaktı demek. Pek hoşuma gitmedi.” Onun hayatımın ayrılmaz bir parçası olduğunu öğrendiğim gece, ondan kurtulduğum hakkında bir kabus. Onun yokluğunda annem bana daha fazla zarar verecek gibiydi. Bilinçaltımda ne tür bir varlık yatıyorsa, benden nefret ediyor.
Diğer Kız, üzerindeki battaniyeyi kenara atıp yataktan çıktı. Geceden kalan yorgunluğu üzerinden atmıştı ve güçlü bir tavrı vardı. Onun bedenimi bu kadar rahat kullanması o zamanlar sinirimi bozuyor. Komidinin üzerinde duran lambayı yaktı. Fena halde ter kokuyordu. Hassas koku duyusu bunu daha çekilmez yapıyordu. Dün o kadar özenli koyduğum çantayı dağıtarak kendine tişört ve pantolon aldı. Sonra yavaşça odadan çıktı.
Koridor sabahın erken saatlerinde sessizdi ve karanlıktı. Huntress’ın bana söylediği gibi hemen yandaki kapı diğerlerinden biraz daha farklı görünüyordu. İçeri girdi, arkasındaki kapıyı kapattı. Işığı yaktığında gördüğüm karşısında kaşlarımı kaldırırdım o an daha fazla korkuyor olmasam. Evin geri kalanından farklı olarak burayı her kim yaptıysa uğraşmış. Tavan yeşil renge boyanmış, tüm duvarlarda da krem rengi tuğla tarzında kaplama yapılmıştı. Gri parkenin üzerinde ise eski bir halı seriliydi. Karşı duvarı boydan boya kaplayan duş kabinin evimdekin iki kat büyük olduğunu fark ettim. Onun dışında ise boştu. Küçük banyoda duvardaki parmaklı kalorifere asılmış olan boy havluları dışında kişisel eşya yoktu. Anlaşılan burada çok zamandır yoktular.
Diğer kız, etkilenmemiş bir yüz ifadesiyle kıyafetlerini çıkarıp yere koydu. Duş kabine girdiğinde duvara dayalı duş başlığını almadan çeşmeyi açtı. Su en başta o kadar soğuktu. Asla da ısınmadı. Kollarım, bacaklarım ve tüm bedenim titrerek ilk defa duş alıyordum. O gün bilmiyordum ama sonradan tecrübe ederek öğrendim. Bu hayat sana verilen çatının altında bile rahat yaşamaman için elinden geleni yapar. Kara ruhlar fazla kullanmasın diye bir şohpeni kapatmak gibi. En azından sabun ve lif vardı. Buna da şükretmeliydik.
İkimiz de konuşmadık bir süre ama en sonunda dayanamadım. İçimdeki korku yavaş yavaş artarken onun bu kadar sessiz olmasını anlamıyordum. “Annem onun kara ruh olduğunu düşünüyor musun? Onun kendi kızına zarar verebilecek biri olduğuna inanıyor musun?” Her ne kadar konuşurken seçtiğim kelimeler endişe ediyormuş gibi görünse bundan daha fazlası olduğunu belirtmemde fayda var. Ruhumun o an titrediğine yemin edebilirim ve kimse bana inanmaz.
Diğer kız saçlarını geriye atıp nefes alırken ağzından buhar çıktı. “Bu inanmakla alakalı değil, önümüzde kanıtlar var. Yalan söyledi. Gerçek kimliğin hakkında sana yalan söyledi. Onun yüzünden hayatımı ne zaman Eylül iyileşir de ben giderim korkusuyla geçirdim. Sonunda ne olduğumu bile hala bilmiyorum. Lanet miyim yoksa tıpkı senin gibi bir canlı bilmiyorum. Lanet olsun. En azından bizi terk ettiği için onun suratına okkalı bir yumruk atmak istiyorum.” Duvara yumruk attığında tok bir ses çıktı ama duvarda iz çıkmadı. Yalnızca elimde dayanılmaz bir acı yükseldi. Daha fazla dişlerini sıktı. “Peki ya içerdekiler onlara güveniyor musun? Asıl sorun orada. Annemi bırakıp geldik ama onların korkunç kişiler olup olmadığını da bilmiyoruz. Bu konuda ne yapacağız?”
Yalnızca hayatta kal, gerisini sonra düşünürsün. “Bana zarar vermek isteselerdi bunu dün gece yaparlardı. Onların gözünde yavru bir kediden daha fazla tehlike arz ettiğimi sanmıyorum. Bu senin için de geçerli. Huntress, onun gücünün ne olduğunu daha bilmiyoruz ama adından da anlaşabileceği gibi tehlikeli. Alpha yalnız bakışlarıyla olduğun yere kitledi ve Crow, kanatlarıyla çok vahşi duruyordu. Onların bana ihtiyacı yok ama yaşamak için benim onlara var. Korkunç kişilerse eğer, biz de onlardan biri oluruz. Yaşamak ve annemi bulmak için. Bu sana uyar mı? Yoksa erkenden ölmek mi istersin?”
Başını iki salladı. “Yaşamak ve annemi bulmak yeter.” Orada, soğuk suyun altında tam yirmi dakika duş aldıktan sonra kurulandı ve kıyafetlerini giydi. Banyoadan çıkarken gün ağırdan doğmaya başlamıştı. Evdeki biri uyanmıştı. Crow’un kokusunu mutfaktan alabiliyordu. Odasında döndükten sonra diğer kız ilaç kutusuna aldı. Birini yutmadan önce kısaca baktı. “Onlarla senin konuşman daha iyi. Ben kendi uykumda daha rahat olacağım,” dedi ve ilacı dünden kalan son yudum çayla beraber içti.
Bedenim tekrardan bana geri döndüğünde enerjimi toplamak için biraz daha yatakta kaldım. Saçlarım tam kurumaştı çünkü burada saç kurutma makinesi yoktu. Onun yerine kapşonu kafama çekip kendiliğinden ağır ağır kurumasını beklemek zorundaydım. Yeteri kadar dinlediğimde tepsiyi de alıp içeri mutfağa ses çıkarmadan girdim.
Hayatımı değiştiren insanlardan biri, arkasını loş ışığın girdiği pencereye dönmüş. Koyu ahşaptan mutfak tezgahının üzerinde elinde bıçakla domates kesiyordu. Onun da bana benzediğini fark ettim. Üzerinde gece kadar siyah bir kapşonlu vardı. Kollarını dirsek hizasında sıvamıştı. Saçları benimkilerden biraz daha fazla dağınıktı ama bunu umursuyor gibi de görünmüyordu. Onun işine ne kadar odaklandığını fark ettim. Burada olduğumu bilmesine karşın bana dönmedi ve ben ses çıkarıncaya kadar konuşmadı. Bıçağı yemek programlarında gördüğüm ama asla yapmadığım şekilde işaret parmağını üzerine bastırarak kullanıyordu ama onun havası mutfağa yakışmıyordu. Bu hislerimin doğruluğunu sonraki günlerde asla mutfaktan girmemesi yüzünden anlayacaktım.
“Günaydın.” Sesim beklediğimden daha tok çıkmıştı. Onun konuşma tonunda kalmışım gibi. Bunu rahat anlatmam ama bedenimdeki düşmanımla sesimi kullanma tonumuz bile farklı. O, daha sert tonlara baskı yaparken, ben daha yavaş ve soğuk konuşuyorum.
Başını hafifçe çevirip bana doğru baktı. Gözlerindeki ruhsuz ifadeden ilaçlarını almış olduğunu anladım. “Günaydın. Geç kalkmanı bekliyordum. Kötü bir gece miydi?”
Başımı salladım. “Kabus gördüm, bu yüzden erken kalktım.” Hatırlamak istemesem de kabusum uykuda olduğum an kadar netti ama ilaç, korkumu baskılıyordu.
Onaylan bir bakış attıktan sonra sebze doğramaya devam etti. Bu konuda konuşmak istemediğimi anlamıştı. Bu içimi biraz olsun rahatlattı. Domateslerden sonra yanımdan gecip dolaptan üç yumurta aldı. Bunları bir kaseye kırıp karıştırmaya başladı. “Yumurta seviyorsundur umarım.”
O kadar açtım ki, yumurtaları çiğ çiğ bile yiyebilirdim. “Benim için sorun olmaz. Bu bedende sebze seven benim, diğer kızın aksine.” Muhtemelen kahvaltıda sucuk benzeri şeyler olmadığı için hoşlanmazdı ama ikimizin de başka çaresi yoktu. En azından önüme yemek koydukları için şükrettim.
Crow, kasedeyi kenara itip bir tavaya tereyağı koyarken başını çevirip bana tuhafmışım gibi baktı. Sonra tekrar önüne döndü. “Onun sebze sevmediğini mi söylüyorsun yani, damak tadlarınız da mı farklı?”
Bu durumun dışarıdan normal gözükmediğini o zaman fark ettim. Hayatım boyunca böyle yaşadım dışarıda gökyüzü nasıl maviyse, bu durum da bana o kadar sıradan geliyordu. “Biri önüme koymadığı sürece et yemem ama o, bunun tam tersidir. Evde yemek olsa da, gider kendine hamburger, bol sucuklu pizza falan söyler. Arkasını toplamak da bana kalır.”
Bu konuda sonradan benimle dalga geçecekti ama o sırada yalnızca erimiş tereyağının üzerine doğranmış sebzeleri koydu. Boş boş durmaktan gerçekten sıkılmıştım. Kollarımı sıvayıp lavabonun içine yığılmış bulaşıkları yıkamaya başladım. Bunlar en azından iki gündür böyle kalmış gibiydi. İlk tabağı elime aldığımda üzerindekileri çıkarmak için mutfak teli kullanmak zorunda kaldım.
Mutfağa hoş bir koku yayıldı ve karnım tekrardan guruldadı. Aramızdaki kısa sessizliği bozan kişi tekrar ben oldum. “Klanına katılacağımız söyledi. Klan üyesinin kim olduğuna lider mi karar veriyor? Tam olarak anlamadım.”
Crow ocağın altını kısıp kenarda duran çaydanlığa su doldururken başını iki yana salladı. “Hayır. Çoğunlukla dönüşümün ardından seni kim bulduysa onun klanına katılırsın ama senin durumun daha farklı. Alpha diğer klan liderleri arasında bile saygı duyulan biridir. birlik eğer isterse seni kontrol altında tutabileceğine inanacaktır. Aramızdan biri olacağını düşünüyorum.”
Alpha’nın güçlü olduğunu anlamamak için saf olmak gerekirdi zaten. Yalnızca kişiyi hareketsiz bırakan bakışları değil. Kara ruh gücünü kullanmadan da ortamda lider olduğunu dik duruşuyla belli ediyordu. Bu sürünün lideri oydu ve bunu hak ederek almış gibiydi. Aklımda ise daha farklı bir konu canlandı. “Bana dönüşümden bahsettin ama ne olduğunu açıklamadın. Nasıl kara ruh oldun? Sen hatırlıyorsun değil mi?”
Başını salladı. Çaydanlığı ocağa koyduktan sonra bana döndü. Bu konunun dün bahsettiklerinin yanında anlatmasının daha zor olduğuna dair bir hava aldım ama konuşmaya başladı. “Yaşadıkların konusunda asıl anlam veremediğim konu bu. Hiçbir kara ruh, o anı unutamaz. İnsanlığının yavaşça bedeninden ayrıldığını unutamaz. Bu zihninle alakalı değil, bedeninle de alakalı. Ben kabus gördüğümde, bedenim anın acısı hatırlayıp uyandırıyor ama sen nasıl bilmiyorum.. Anlatayım. Bu biraz zor hatıra olacak ama baştan uyaradı deme.”
Yuktundum ve devam etmesi için başımı salladım.
“Bazı insanlar toplumun geri kalanına göre bazı duyguları diğerlerinden daha kuvvetli hisseder. Kara ruh dediğimiz türün her üyesi bunlardan biridir ama duygusunu güçlü her insan kara ruh olmaz. Bunun şartlarını henüz tam olarak bilmiyoruz ama benim araştırdıklarım ve kendi yaşadıklarım üzerine tahminlerim var. Sorduğum herkes en basit anlamda tek bir noktadan bahsediyor. Orman ve o hayalet benzeri hayvanlardan.
İki sene önce, kafamı dağıtmak için ormanda kamp yapmaya gittim. Yaşadıklarım ağır geldiğinde insanlardan uzaklaşmak bana iyi geliyordu. Şehirden uzak, yılın o zamanlarında kimsenin uğramadığı bir ormanda kamp alanımı hazırladım. İnsanların yanından geçip asla içine girmedikleri yol kenarı ormanları vardır, oralardan birinde. Kocaman bir çınarın altına çadırmı kurdum. Ormandan yakacak bir şeyler toplayıp kamp ateşimi hazırladım. Sonra da gece oldu. Gökyüzünde bulutların arasından seçilen bir avuç yıldız, uğuldayan rüzgar ve kış uykusuna yatmamış orman hayvanları dışında kimse yoktu. Gecenin karanlığında yalnızca böcekleri ve baykuş seslerini duyuyordum.”
Crow gözlerini kapatmış, konuşurken o anları tekrar yaşıyor gibiydi.
“Ağacın köklerinin üstünden yanan ateşi izlerken, düşüncelerim ağır uykularında dalmış, arkalarında sonsuz gibi gelen o duyguyu bırakmıştı: nefreti. Yalnızca nefret, bunu anlatmasam da hayatım boyunca nefret içimde, beni saran bir duygudu. Ne zaman birilerinden nefret etsem, onun insanların anlamayacağı kadar yoğun olduğunu biliyordum. Kedimi çarpan arabanın sahibinden nefret ediyorum, bana asla destek olmayan öğretmenimden nefret ediyordum, sınıfımdaki salaklardan nefret ediyordum. Doğayı umursamadan, onu yok eden insanlıktan nefret ediyordum.”
Konuşurken ifadesini bozmadı. Nefretten bahsetmiyordu sanki. Derin bir nefes alıp buz kadar soğuk gözlerini tekrardan açtı.
“Sessizdim, konuşmuyor yalnızca bakıyordum. Sonra ağaçların arasından o çıktı. Siyah dumanı andıran bir karga, en azından o kısacık anda görebildiğim buydu. Gölge kanatlarını açarak bana uçtu ve daha tepki verme fırsatı bulamadan göğsüme çarpıp yok oldu. Onun içimde kaybolduğunu hissettim ama ondan sonrası, bedenimin bu kadar acıyacağını hayal dahi edemezdim.”
“İlk saat, sadece yatıp çığlıklar atarsın. Acı dayanılmazdır. Öldüğünü sanarsın ama ölmezsin. Her zerren, her parçan oluyor gibidir ama olmaz. Kalbin kan pompalamaya devam eder. Kanın en uçtaki damarlarına dokunur ama verdiği can değil, acıdır sanki. Yardım istersin, birinin seni bu acıdan kurtarmasını ama kimse gelmez. Kendine bakan gözler görürsün, karanlık ya da aydınlık. Acını görürler ama kimse seni kurtaramaz.”
“İkinci saat, artık sen çığlık atarken yorulan boğazından yalnızca fısıltılar çıkmaya başlar. Göğsün kafesin inip kalkar, aldığın her nefeste ölümü tadını alıyor olduğunu hissedersin. Onun acı, hiçbir şeyle kıyaslanmayacak kadar pis tadını. Birinin seni kurtarmasını beklemeyezsin artık, birinin seni öldürmesini beklersin. Ölümü arzularsın, hiçbir zaman olmayacağın kadar. Ancak ölüm bu acının sonunu getirebilir diye düşünürsün ama ölüm gelmez. Oralarda bir yerlerde seni izliyor gibidir ama gelmez. Hiç gelmez.”
“Üçüncü saat, umudun tükenir ve acı seni tüketmeye başlar. Bu acıdan kurtulamayacağını kabul edersin. Bu acıyla nefes aldığını kabul edersin. Sonun bu olduğunu kabul edersin ama kabullenmek acıyı azaltmaz. Her bir kemiğin ufak parçalara ayrılıyor gibidir ama ayrılmaz. Parmak uçlarına kadar, orada olduğunu bile bilmediğin her parçanı acıyla hissedersin. En kötüsü de, artık çığlık atamıyor bir haldesindir. Ses tellerin yorulur ve akciğerlerin yalnızca seni hayatta tutacak kadar nefes alır.”
“Kalan saatler, sadece acıdır. Senden geriye ne kaldığını unutmaya başlarsın. İnsanlığın o zaman senden kopar. Bu kadar acı çeken kimse artık insan olamaz. Sen başka bir varlık olursun. Artık kimsenin seni aynı görmeyeceğini, kimsenin seni sevmeyeceğini düşünmeye başlarsın. Acıdan kötü olan tek şey budur. Artık sen, bir insan değilsindir. Onların arasında senin yerin olmadığını görürsün. Karanlık, hiçbir zaman o kadar karanlık olmamıştır. Gökyüzündeki yıldızlar seni izlerken onların sana baktığını ve acıdığını düşünürsün ama acı devam eder ve ölüm gelmez.”
Bu kadar acıyı tanımlamasına rağmen en ufak titrememesi, en ufak mimik yapmaması işte ilacın etkisini en çok burada gördüm. En kötüsü ben de onun acılarını umursamıyordum. Hayatımı yalanlardan kurtaran varlıklardan birinin işkence görmesi tenime değen rüzgar gibi değip geçti.
Nefesimi tuttuğumu o zaman fark ettim. Ya sonra?”
“Ayağa kalktım, hiçbir şey olmamış gibi. Vücudum daha ağırdı ama hala kendimdeydim. Kamp ateşimden geriye kalan korları daha siyah görüyordum. Birkaç adım attım. Ayağıma takılan yüzünden yere düştüm. Küfrettiğimi hatırlıyorum. O daldan nefret ediyordum. Ağır olmamdan nefret ediyordum. Çektiğim acı yüzünden ölmemiş olmaktan nefret ediyordum. Ölümden nefret ediyordum. Başımı kaldırırken ellerimi gördüm. Korların ışığı altında pençelerimi ilk o zaman fark ettim. Korkmam gerekirdi, şaşırmam ya da endişelenmem fakat yalnız o vardı. Pençelerimden nefret ediyordum. Sönen kamp ateşimin önüne oturduğumu hatırlıyorum.”
Bu sözünden sonra kendi bileğindeki kurt başlı zincire baktı. Birkaç küçük kararma dışında diğerlerinden en ufak farkı yoktu ve dünden beri çıkardığını çıkardığını görmemiştim.
“Gecenin son saatlerinde araba sesleri duydum. Sonra ormanın içinden bana doğru yaklaşan genç adamın belli belirsiz silüeti ağaçların arasından çıktı. Simsiyah gözleri vardı. Kanatlarımı açıp ona saldırdım. Pençem sağ koluna iz bırakacak kadar derinden kesti ama göz göze geldiğimizde sana olduğu gibi kaskatı kesildim. Zorlanmadan tek yumruğu ile bayılttı beni. Uyandığımda farklı biriydim. Senin bildiğin şekilde Crow’dum. Klana katıldım ve geride kalanları umursamayı bıraktım. Klan hayatından önde gelir. Bu şekilde düşününce daha rahat yaşadığımı fark ettim. Sana da aynısı tavsiye ederim.”
Bulutlu gökyüzü altında, hislere yer yoktur. “Senin için zor olmuş olmalı, anlattığın için teşekkür ederim,” dedim sadece.
Crow bir baş hareketiyle geçip arkasını döndü. Ocaktaki su çoktan kaynamıştı. İki tane kupa çıkardı. İçine süt karıştırmadan iki sert kahve hazırladı. Kupalardan birini bana uzattı. Annem her zaman şunu kahvaltı yapmadan içme derdi ama şuan burada değildi sonuçta. Onun gözleri olmadan, hayatımda çok fazla değişim olacak. Ayrıca hava soğuktu, içimi ısıtacak bir içeceğe hayır demezdim.
Aklıma takılan bir başka soru sormadan önce duraksadım. Mantığım bana bunu sormamın uygun olmadığın anlatsa da zihnimin diğer köşesinde onları tanımam gerektiğini söyleyen farklı bir düşünce daha vardı. “Bir soru daha sormak istiyorum ama bu bunu bana söylemek istemezsen sorun değil ama… Bana nasıl güveniyorsun? Yerinde olsam pençeni boğazımdan geçirmiştim bile.”
Ellerine baktım. Dün gördüğüm canavarın bunu yapacağından şüphe etmiyordum ama onun hiç umurunda değildi. “Yakında anlarsın. Sana olan güvenimi boşa çıkarmayacağına inanıyorum.” Kahve bardağını ona uzattı. Kendi bardağımı onunla çarpıştırırken sabah uğuldayan rüzgara küçük bir tok sesi çıktı. “Pençelerimi arkanı korumak için kullanmaya çalışırım.”
Alpha ve Huntress uyanana kadar havadan sudan sohbet ettik. Crow bana kara ruh olduğundan daha sonra çıkan bir oyunu oynayıp oymadığımı sordu. Oynamıştım, hatta üç kere bitirmiştim. El konsolum yanımda olsaydı. Onun da oynamasını isterdim ama tüm teknolojik aletlerimle beraber evde bırakmıştım. Sohbet ederken beklediğim oyun ve dizileri düşündüm. Artık hiçbirine erişimim olmayacaktı. Birkaç sene sonra ben de, dönüşümünü yeni geçirmiş birine benzer sorular soruyor olabilirdim. O zamana kadar hayatta kalırsam tabi.
İkisi de yakın zamanlarda geldi. Kahvaltı sırada çok fazla konuşulmadı ama Alpha neden erken kalktığımı öğrenince birkaç soru sordu. Sorularını cevapladım ama bu konunun üzerinde durmamak için cümlelerimi olabildiğince kısa tuttum. Kabuslarım benim zayıflığımı gösteriyordu. Klana katılacak birine zayıf olarak bakmamaları için bu yönlerimi beceriksizce saklamaya çalıştım. Başarılı olamadım ama Alpha da üzerime daha fazla gelmedi. Onun bakışlarında ağırlık göründüğü kadar korkunç değildi.
Kahvaltıdan sonra Alpha yanına Crow’u alıp dün geldikleri arabayla beraber gittiler. Huntress da benimle burada kaldı. Uykum yoktu ve kendimi kitaplarda kaybedemeyeceğim kadar odaksız hissediyordum. Biraz olsun kafamı dağıtmak için bulaşıkları yıkadım. Evde teknolojik alet olarak yalnızca eski model buzdolabıyla, nasıl hala çalışır durumunda olduğunu anlamadığım bir çamaşır makinesi vardı. Sanırım televizyon izlemek ya da internete ulaşmak gibi çağımda normal olan araçlara erişim iznimiz de yoktu. Dışarıdakilerin bizi insan olarak görmediğini düşünürsek bu duruma şaşırmadım.
İşlerimi bitirdiğimde bahçe kapısının önüne çıktım. Saçlarını arka bağlamış Huntress, elindeki kızıl baltayla odun kesiyordu. Yüzünde sert ama içten bir ifade vardı. Benim geldiğimi fark etmemiş gibiydi. Giydiği kısa kollu tişört sayesinde onun fit kollarını görebiliyordum. Güzel olduğunu yazacağımı düşünebilirsin ama değildi. Omzunun biraz altında yatay kalın bir çizgi halinde yara izi vardı. Baltayı tutarken o kadar sıkıyordu ki, bileğindeki kaslarının ne kadar gerilmiş olduğunu olduğumdan yerden bile görebiliyordum. Onun güçlü yapısını seviyordum. Beni rahatlıyordu.
Onu rahatsız etmemek için içeri döndüm. Mutfağı toplarken bulduğum mataraya biraz soğuk su koydum ve tekrardan kapının eşiğine döndüm. Tam adımımı atacakken, ne yaptığımın farkına varıp duraksadım. Hayatımın hatırladığım kısmında annemsiz dışarı bir kez bile dışarı adım atmamıştım. Eğer mecbur olduğum önceki geceyi saymazsak ilk defa kendi isteğimle evin dışına çıkıyordum ama dışarı adım atmak güzel bir histi. Zihnimin derin köşelerinde bir yerde, dışarıdaki hayatı merak eden kız mutlu oldu.
Huntress ona yaklaştığım anda orada olduğumu anladı. Baltasını kütüğe yaslarken göz ucuyla bana bakıyordu. “Daha iyi misin?” diye sordu kısaca.
Matarayı ona uzattım. Nefesim buharlar halinde dışarı çıkıyordu. Ellerimi ceketimin ceplerine soktum. “Olmaya çalışıyorum. Bana insan olmadığımı söylüyorsunuz ama ben daha sıradan kişilerin yaşadığı hayata bile yabancıyım. Buradaki her şey, bana yabancı geliyor. Sizin neler yaşadığınızı düşünmek dahi istemiyorum.”
Huntress matarayı aldığında titremiyordu. Suyu kana kana içti ve kenara bıraktı. “Sıradan hayata yabancı olmak daha çok işine yarar. Burası senin sosyal kısımlarını kibrit ateşi gibi söndürür. Ailen yoksa, onları özlemezsin. Arkadaşların yoksa onları özlemezsin. Amaçların yoksa, onlara ulaşamadığın için mutsuz da olmazsın. İnsan olmadığına inanmak zor ama kendi yaşamına sırtını dönmek daha da zor. Biri beş, biri on yaşında iki oğlunu geride bırakmış bir kadınla tanışmıştım. Her neyse, geçmişini unutman gerekmiyor ama bu hayatta alışmak zorundasın.” Onun haklı olduğunun farkındaydım. En azından gücüme alışkındım. Kara ruh olduktan sonra duygularını ve güçlerini kontrol edemeyenlerin sonunu hayal etmek zor değil.
Huntress ona sorsaydım bana geçmişini anlatırdı ama sormadım. Onların parçası olacak olmama rağmen, çok soru sormamayı da öğrenmem gerekiyordu. Onun yerine sessiz kalmanın beni daha fazla hayatta tutacağına dair içimde bir his vardı. Biri konuşmak istiyorsa, yapardı. Klanın dinamiklerinden birinin bu olduğunu anlamam uzun sürmeyecekti. İçeri girdiğimiz onun oturma odasındaki sobayı nasıl yaktığına dikkatle baktım. Hiçbir zaman ateş yakmaya ihtiyacım olmamıştı ama bundan sonra olacaktı. Ne gerekse öğrenmeye hazırdım. Huntress da bana öğretmek konusunda geri durmadı. Yalnızca ateş yakmayı değil, yaşamımız hakkında da bilgi verdi.
Kara ruhların hayatlarının büyük çoğunluğu insanlardan uzak orman evlerinde geçerdi. Genelde evinden uzaklaşmadan sakince durursun. Bu zamanlar bazen yıllar alabilir, kimsenin sana ihtiyacı yoksa sana dokunmaz. Klanın son iki yılda aldığı iki görevin biri, önceki gece sona ermişti. Klan evinin genelde sessiz olduğunu anlattı. Ayda bir Alpha’nın evin ihtiyaçlarını almak ve her şeyin yolunda olduğunu bildirmek adında şehre gitmesi dışında insanlarla iletişimimiz yoktu. Kuzey ormanlarında bir ağaç kadar hareketsiz onun günlük hayatını tanımlamak için kullandığı kelimeler bunlardı.
Günün sonunda, Alpha ve Crow hava karardıktan sonra eve döndüler. Sobanın sıcaklığı yanında kıvrılarak uyuya kalmıştım. Kapının açılma sesiyle uyandım. Odayı artık sönmeyen başlayan alevlerin son demleri aydınlatıyordu. Soğuk değildi, ayrıca Huntress üzerime battaniye örtmüştü. Doğrulduğum sırada ikisi içeri girdi. Yorgun değil gibiydiler ama Alpha huzursuzdu. Sırt çantasını omzundan çıkarıp koltuğun kenarında bırakıp oturdu. Crow da yanımda yalnızca dudaklarını oynatarak iyi olup olmadığımı sordu. Başımla onayladım. Son iki günde çektiğim en güzel uykuydu. Battaniyeyi katlayıp üzerine, Alpha’nın karşısında yere oturdum. Tam olarak ne olduğunu anlamışım olsam da beklemekten başka çarem yoktu. En sonunda konuşmayı sakince girdi. Öne doğru eğilip parmaklarını birbirine kenetledi.
“Birlik, sana kendi gözleriyle bakmaya karar verdi. Gece yarısından sonra buluşma ayarlanacak. Oradaki adama bildiklerini anlatman yeterli olacaktır. Şu senin diğer kızı da görmek isteyecektir. Ondan sonrasında sıkıntı olmazsa, ki olmayacak, tam anlamıyla bu klanın parçası olarak kabul edileceksin. Yaptıklarından önce seni, sonra tüm klanı etkileyecek bu yüzden düşünmeden hareket etme. Duygularını bastır ve her ne olursa olsun klanın tamamıyla beraber hayatta kal.”
Sırt çantasını aldığı bir dosyayı bana uzattı. Üzerinde benim son çekilmiş fotoğraflarımdan birinin olduğu bir tür resmi kayıt dosyasıydı bu. Kısaca göz gezdirip başımı kaldırdım. Alpha sırtını koltuğa yaslamış bekliyordu.
“Bu dosya, hayatının kim olduğunun belgesi. Eylül adıyla bilenen kişi dün gece evinden çıktı. Bisikletiyle beraber çevre yolunda giderken kimliği belirsiz birinin araçla çarpması sonucu orada öldü. Runa, senin yenin adın. Benim adımsa Rowan İskandinavyalı bir vahşi doğa fotoğrafçısıyım. Thora adındaki bu kadınla” başıyla kapı eşiğinde duran Huntress’ı işaret ettiğinde ona baktım. Thora bana göz kırptı. “bir kafede tanıştıktan sonra evlendim. Sen on yaşında bir yetimhaneden evlatlık alındın. Tıpkı Cole ve tanışmadığın diğer klan üyesi Ylva gibi. Üniversite sınavlarına uzaktan hazırlanıyorsun. Ve tıpkı önceki kayıtlarda olduğu gibi çoklu kişilik bozukluğu hastalığın için tedevi görüyorsun. İlgi alanları yazan kısımlara çok fazla takılmana gerek yok. Kitaplığın dolu olduğundan okumayı sevdiğini yazdım. Gerisi pek önemli değil. Sıradan insanlar sorduğunda bunlar konusunda hata yapmazsan yeterli olur.”
Eylül, öldü. Kelimelerinde acıma yoktu. Ne olduysa onu söylemiş, sakınmamıştı. Damarlarımda akan kan bir anlığına titredi sanki. Ne kadar inkar etmek istesem de eskiden yaşadığım bu yalanlar dünyasında mutluydum. Sahteydi ama yanlış değildi. Orada gelecekte olacağımdan daha mutluydum. Bunun sona ermesi kulağa hiç de hoş gelmiyordu.
Öte yandan daha önce tanımadığım biri oldum. Runa arkamda bıraktıklarımdan daha farklı biri olmalıydı. Gözlerimi kapatıp bir an için onun hayatını hayal ettim. Yetimhanenin yatakhanesinde gece bir kız tek başına kitap okuyor. Kimsenin ona yaklaşmadığı lanetli biri. İki farklı kişinin tek bedene sıkışması, yetim çocuğun daha yalnız olmasına neden olmuş. Evlat edinildiğinde yeni ailesine alışmakta zorlanmış olmalı, tıpkı bana olacağı gibi. Dış dünyadan hep uzak durmuş, kitapları insanlığın geri kalanından kaçmak için kullanmış biri, yaşamak adına nedeni olmayan ama onların yanında hayatta kalan biri.
Düşüncelere daldığımı fark eden Cole, elini omzuma koydu. Ona dönüp baktığımda sorgulayan gözlerini gördüm. “Alışmaya çalışıyorum. Yakında kendime gelirim,” dedim ona. Her geçen saat beni daha fazla değişmeye zorluyordu. Başımı iki yana salladım ve derin bir nefes aldım. Duygularımı yavaşça derinlere sürükleyip toprağın üzerinde yalnızca boşluğu bıraktım. Yüzümü Rowan’a çevirdiğimde omzumdaki el dağlardan eriyen kar gibi indi. “Beni yanına aldığına pişman olmayacaksın. Hayatımı size borçluyum.”
Alpha benim kararlığımı anlıyordu. “Eğer kendini borçlu hissediyorsan, buna karşı çıkmayacağım. Eğer, karşılığını vermek istiyorsan hayatta kalma savaşımızda yanımızda dur yeter.” Durdu ve kısa bir anlığına düşündü. “Aramızdaki adının ne olacağına karar verdin mi peki? Runa, sana ne olarak hitap etmemi istersin?” Dün sorduğu soruyu tekrarlamıştı.
Parmaklarımın arasında dolanan sıcak havanın ne kadar huzurlu olduğunu düşündüm. Takma adın dışarıdaki kara ruhların arasında nasıl tanınacağını belirtiyordu. Onlara katılmam emredilmediği sürede hepsini bunlarla tanışmıştım. Artık onların, kendi adımı duyma vaktiydi. Günün çoğunluğunda kafamdaki soruların en üstünde bu vardı. “Nightmare, bana böyle hitap edebilirsiniz.”
Kabus, geçmişimdeki kişinin arkasında hep oydum. Geceleri gözlerimi kapattığımda yalnızca yaşadığım dünyanın bir başka tarafını görüyordum. Ben karanlığın yaratıklarından biri, kara ruhum. Derimin altında kıvranan bu lanetten kaçışım yoksa onu kabul etmek zorundayım. Eğer insanlardan uzak yaşamak kaderimde yazılmışsa, her bir satırın hakkını vereceğim. Ben insanların anılar biriktirdiği sonbahar ayı değilim, onların görmekten nefret bir kabusum.
Thora kaşlarını kaldırdı. Duygularını saklama ihtiyacı duymadan, etkilenmiş görünüyordu. Omzunu yasladığı kapı eşiğinden çıkıp kısa tüylü halının üzerinde yürüdü. “Onun aramıza katılmasından memnunum. Kız biraz kalın kafalıymış ama daha sert olacak.” Odada ben yokmuşum gibi konuşmasına bana bakarak sonlandırdı. “Adını sevdim Nightmare. Gecelerimin sözde kızımdan hiç ayrı geçmemi güzel.”
Rowan, duygularını derinlere gömmüştü ama mavi gözleri benim üzerimdeydi. Odadaki loş ışıkta geceleri okyanusu aldığı koyu maviliğe benziyordu. “Adının hakkını vereceğine şüphem yok.” Gözbebekleri Crowla benim aramda gezdi. “Hadi yemek yiyelim. Sonra eşyalarımızı alıp buradan gitme zamanı. Buradan hiç hoşlanmadım bir an önce gidelim.”
Crow benimle yemek hazırlamak için mutfağa gelirken kulağıma fısıldadı. “Kalabalık şehirlerden nefret eder. Thora yaşlanmaya başladığını söylüyor.” Kıkırdamasına eşlik ederken dudaklarım hafifçe yukarı kıvrıldı. Bu kısa an, günün en sevdiğim kısmıydı.
Yemek hazırlama faslı çok uzun sürmedi. Hiç birimiz iç karartıcı mutfakta yemek istemediğinde tabakları alıp salonda yaptık. Uzun zaman sonra ilk defa, akşam yemeğim yalnız geçmemişti. Eğer birliğin sorgulamasının getireceği gerginlik olmasaydı, mutlu bile olabilirdim. Ardından bulaşıkları yıkayıp eşyaları hazırladık. Bu orman evi yalnızca ender zamanlarda gelen kara ruhlar için bırakılmıştı. Crow onlardan gelmeden önce evin ağlarla kaplı olduğunu söyledi. Hepsini kendileri temizlemek zorunda kalmışlardı. Ölümün kapımın önünde duracağı yaşamımın yanında bu yalnızca basit ama can sıkıcı bir görev olarak kalacaktı. Sorun değil, daha önce dediğim gibi nefes aldığım sürece çoğuna katlanmayı kabul ederim.
Odama dönüp, sabah diğer kızın dağıttığı çantamı toplarken Thora kapıp çalmadan içeri girdi. Üzerindeki kıyafetler biraz, farklıydı. Boynunda biten ve vücudunu saran bir tişört giymişti. Ellerindeki parmaksız eldivenlerle üst vücudu tek parça gibi görünüyordu. Altında buna benzer siyah pantolon ve bileklerinin on santim üstünde biten dağcı botları vardı. Bileliğindeki kurt zincirini tişörtünün üzerine takmıştı. Asıl dikkat ettiğim noktaysa, sırtındaki uzun sadaktı. İki düzene kadar ok ve kıvrımlı yayı kendinin bir parçasıymış gibi taşıyordu. İki eliyle katlanmış bir takım kıyafet ve kendi giydiğine benzer, botlar tutuyordu.
Odaya kısaca göz gezdirdikten sonra bana baktı ve hazır olup olmadığımı sordu. Olduğum cevabını aldığında da elindekileri bana uzattı. “Geceleri saklanmak istediğinde kolaylık sağlarlar. Eski klan üyelerimizden birinin yedek kıyafetlerinden biri. Yatağımın altında buldum. Senin bedenine uyacaktır. Rahatsız hissedersen üzerine siyah bir şeyler de giyebilirsin. Sorun olmaz. Görevlere genelde bunlarla gideriz. Bu geceyi onlardan biri olarak kabul et. Sana düşen, emirlere uyman ve sonunda onlarla klanımınız parçası olacağını kanıtlanman. Anladın mı?”
Sırtımı dikleştirip kafamı salladım.
Thora’nın dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı. Elindekileri yatağın üzerine bıraktı. “Saçını yapmak için yardım ister misin?”
Duraksadım. Eskiden saçlarımı her zaman annem yapardı. Aldığım ilaçlar yüzünden sağlıksız olduklarından onlara daha özenli bakmamı söylerdi. Bunu hiç başaramadım. Kırıklarla dolu, kara kuruydular. Thora annem olmayacak kadar gençti ama hareketlerinde içtenlik vardı. Yani duygusuz davranmadığı zamanlarda. Duygularını bastırırken aynı, Alpha gibi sert birine benziyordu, dışarıdan göründüğüne gibi. Yanında olduğumda onu ve Alpha’yı örnek almam gerektiği hissine kapılıyordum. Yine de saçlarıma dokunulmasından hoşlanmayacağım için teşekkür edip reddettim. Dışarıda beklediğini söyleyip çıktı.
Kıyafetler üzerime tam olmasa da, zayıf bedenimi saracak kadar sıkıydı. Benden daha biri için düzelttiğini anlatan katlanma dikişlerini söktüğümde daha da uydu. Eldivenleri ellerime geçirdim. En azından botlar numarama uyuyordu. Düşmemek adına bildiğim en iyi şekilde bağladım. Yine de rahatsız hissediyordum. Bu savaşçı tasarımı benim gibi solgun birine uymuyordu. Gözüm sırt çantama kaydı. Aklıma Thora’nın söyledikleri geldi. Kapüşonlu, oversize hoddiemi alıp sıkı kıyafetlerin üzerine giydim ve saçlarımı arkadan ay kuyruğu yaptım. Aynanın karşında durduğumda gördüğüm şeyden, annemin yarısı kadar bile güzel olmadığım için, rahatsız oluyordum ama buna en azından katlanabilirdim.
Çantamı tek omzuma asıp evin dışında sessizce bekleyen Thora ve Crow’a katıldım. Alpha ortalıkta görünmüyordu. Crow’un bakışlarından onun ilaç olduğunu anladım. Ellerini cebine sokmuş, sırtını arabanın kapısına yaslamıştı. Yanında gidip aynısı yaptım. Benden istemediklerine göre, henüz ilaç almam gerekmiyordu. Alpha ve Thora ise, ilaca ihtiyaç duymadan duygularını bastırmaya yatkındılar. Crow gözlerini evin kapısında ayırmıyordu ama sohbet etmekten de zarar gelmeyeceğini biliyordu. “Gördüğün için sana söylememde sakınca yok. Dün gece, kendimi kontrol atlına almadığım için birlik ile konuşma sırasında duygusuz olmam daha mantıklı.” Aslında bakılırsa haklıydı ama onun hatası bana yalanlardan kaçışımı sağlamıştı. Ona borçlu sayılırdım.
Yarım saat sonra yola çıkmıştık. Arabanın penceresine yaslanmış, hiç gezemediğim şehri uzaktan izliyordum. Boğazın serin sularının yakınından bile geçmemiştim. Eskiden kişilik bozukluğumdan kurtulmamın ardından buranın sahil yolunda arkadaşlarımla yürüyüş yapmanın hayalini kurardım. O hayal, artık okyanusun derinliklerine gömülmüştü. Sorgulamamın ardından benimde toprağın altına karanlık bir yolculuğum olabilirdi. Bunun varlığını görmezden gelmeye çalışıyordum.
Parmaklarım kapının koluna vururken iç geçirdim. Başınızı birinin omzuna yaslayarak rahatça uyumanın huzurunu aradım ruhum. Yolculuk uykumu getiriyordu ve ben sadece gözlerimi kapatmak, birinin vücut sıcaklığını hissederek sadece boşluğa dalmak istiyordum. Bunu yapmayalı yıllar olmuştu. Kimsenin omzunda uyuyamazdım artık. Küçük bir kız çocuğu gibi davrandığımı biliyorum ama o kadar ihtiyacım vardı ki, hiçbir kelime bunu tasvir edemez.
En sonunda buluşma noktasına geldik. Orman kenarında, Ege Denizinin soğuk sularının ay ışığında dalgalandığı manzarayı görebiliyordum. Yolun dışında olduğumuz için, kimse burada bizi rahatsız edemezdi. Bizim arabamızdan daha büyük bir jeepin kaputuna yaslanmış adam, birliğin görevlisi olmalıydı. Filmlerde gördüğüm askerlere benziyordu. Kısa saçları rüzgarda dağılmıştı. Yerdeki izmaritlere bakılırsa şuan içtiği ilk sigarası değildi. Dışarıdaki havaya uygun, kalın ama üzerine tam oturan kıyafetler giymişti. Kalın botlarını sıkı sıkı bağlamıştı ama asıl dikkatimi çeken kemerine asılmış tabancaydı. Korkmamın tek nedeni, bunun olacağını beklememdi.
Arabadan indim. Adam sigarasını yere atıp söndürürken bana bir böcekmişim gibi bakıyordu. Bana güvenmediğinin kokusunu alabiliyordum. Kaşlarını çattı. “Gözlerinin farkında olmayan kara ruh, beklediğimden çok daha sert görünüyorsun. Şunu koluna tak ve yaklaş.” Cebinden kalın metal bir bileklik çıkardı ve bana attı. Bunu beklemediğim için neredeyse düşürüyordum.
Ne olduğunu anlamayamadığım için Alpha’nın soğuk gözlerine baktım. Onun onayını aldıktan sonra birkaç adım yaklaştım ve cihazı koluma taktım. Metalin üzerindeki parmak boğumu kadar ekran kırmızı ışık yaymaya başladı. Bileğimi sıkıyordu. Bunun ne olduğunu tahmin etsem de emin olmadığım sonucuna varmak istemediğim için bekledim.
Adam kollarını göğsünde bağladı. Yüzüme değil, bileğime bakıyordu. “Adının dün gece öncesinde Eylül olduğunu ve kara ruhun ne anlama geldiğini bilmediğin doğru mu?” Bu sefer Türkçe konuşmuştu. Onun en azından bu ülkede büyümüş biri olduğunu aksanından anladım. Alpha ve Crow, anlamış gibi görünse de Huntress dilimizi bilmiyordu. Crow’un hemen yanında, ses çıkarmadan bekliyordu. Sağ kolunu yana salmış, ani bir durumda yayına uzanıp onu vurmak için hazırdı. Bunu yapmayacağını yalnızca tahmin ediyordum.
“Doğru. Bu zamana kadar sıradan biri olduğunu sanıyordum. Çoklu kişilik bozukluğuna sahip ama bunun dışında normal biri.” Kolumdaki bilekliğin rengi değişip kısa bir anlığına yeşil yandı. Sonradan tekrar eski haline döndü. Haklıymışım. Yalan dedektörü, Alpha’nın sözündense makinelere güvenmeyi tercih ediyorlardı. Dışarıdan bakılınca mantıklı ama bundan hoşlanmıştım.
Adam dedektörün yanıtını aldıktan sonra aklındakilerini sormaya devam etti. “Gözlerinin siyah olmasının anlamını ne olarak düşünüyordun. İnsanların gözleri siyah olmaz.” İnsan kelimesini vurgulamıştı. Kara ruhlardan nefret ediyordu. Yalnızca bana değil, diğerlerine olan bakışlarında bariz küçümseme vardı. Kapalı kapılar ardında, kendi ülkemde ırkçılığa maruz kalmadım ama o an bunun düşük bir versiyonuna uğruyordum. Sözlerim onun için değerli değildi, yalnızca makinenin hareketleri öyleydi. En ufak yalanımda son nefesimi verecektim.
“Bana bunun nedenin kara ruh doğamın getirdiği ikinci kişiliğimden, dün geceye kadar hastalık olduğunu sanıyordum, nefret etmem olarak açıklanmıştı. Annemin yalan söylediğini anlamadım. Evde bana gösterilen diğer kanıtlar da bunu gösterdiği için öyle olarak kabul ettim. Normal olmadığına katılıyorum ama kandırılmıştım. Bana verilen hayatın tamamı yalandan ibaretmiş.” İkinci defa yeşil yandı. Gerilmiştim ama daha korkmuyordum. Henüz beni öldürmeye çalışmamıştı.
Sorgulama bu tarzda sürdü. Genel konuların devamında, beni daha çok tanımak için adında konuştu. Tam olarak nelerden korktuğumu, güçlü ve zayıf yanlarımı, kabuslarımda neler gördüğümü, ilaçların kaynağını ve bana etkilerini, diğer kişilimin özelliklerini, düşüncelerini, onunla iletişimimi ve neler yaşadığımı sordu. Özgeçmişimi anlattırdı ve en ufak hatıramda dahi detaylar istedi. Kısaca benim bildiğim ne varsa, söküp aldı. Bittiğinde üşümüş, konuşmaktan yorulmuştum. Her seferinde kolumdaki aygıt doğru olduğunu söylemişti. Adam konuşma boyunca ses çıkarmamış lidere baktı. “Gücün yanılmamış Alpha, kız yalan söylemiyormuş. Bu kadarını beklemiyordum”
O zamana kadar anlamamıştım kafamdakiler yerine oturdu. Gece boyunca konuşurken simsiyah gözlerini benden ayırmamıştı. Bana sorduğu ilk soruda gözlerindeki o değişimin nedeni şaşırmasıydı. Yalan söylemediğimi anlamıştı. Onun gücü, karşısındakini felç eden bir bakış değildi yalnızca, onunla konuşan herkesin yalanlarını fark ediyordu. Bu yüzden bana güvendi. Bana yardım etti.
Adam sırtını yaslanmayı bıraktı. “Kara ruhlara güvenmemem konusunda eğitim aldım. Beni suçlayamazsın. Sana gelecek olursak Runa, son olarak yapmamız gereken bir kısım kaldı. Dışarıda kara ruhlar hakkında bilgisi olan birini rahatça gezmesini izin vermem. Travmanın etkilerini senden söküp atma zamanı geldi. Destiny, dışarı çık.”
Arabanın kapısının açılmasını duyduğumda başımı o tarafa çevirdim. Siyah figür arka koltuktan ağır hareketlerle dışarı çıktı. Kumral saçları taktığı kapşonun altından taşan, görev kıyafetleri içinde bir başka kara ruhtu. Zincir bilekliği takmadığından klanımdan biri olamazdı. Bunun yerine eldivenin üst kısmında hilal deseni işlenmişti. Simsiyah gözlerini benim üzerime kitlemişti ama her adımını dikkatli attığını fark ettim. Diğerlerinin yanından geçip karşımda durdu. “Selam,” dedi kısaca. Herhangi biriyle rahatça konuşur gibi. “Şu esrarengiz olan sensin değil mi? Bana söylenenden daha normal gözüküyorsun.”
Bu samimi haline anlam veremesem de, uyumsuz davranmaktan kaçındım. Travmamın unutulmuş hatıralarını sona erdirecekse buna katlanabilirdim. “Selam.” Kısa konuşmak stresimi azaltıyordu, biraz olsun. Sol elini benim omzuma koyduğunda gözlerim karardı. Bilincim ben tepki veremeden kapandı.
Derin, sessiz uykunun başlarında gibiydim. Bedenimin olduğunun, bir yerlerde yaşadığımın farkındaydım ama yerde yattığım dışında hiçbir şey hissetmiyordum. Zaman ve mekan kavramları anlamanı yitirmişti. Sessizlik ardından geleceklerin sinsi habercisiydi. Gözlerimi açmak istesem de yapamadım. Damarlarıma yayılan tehlikede olduğum hissine karşı koymadım. Korku, beni hayatta tuttu. Onun bana ulaşmasına engel olmadım. Buna rağmen, diğer kızın sesini duymuyordum. Yalnız korkum ve ben kalmıştık.
Sonrasında gözlerim açıldı. Kulaklarım yavaş yavaş duymaya başladı. Başımı yasladığım yumuşak zemin o kadar rahattı ki, kısa bir anlığına tekrardan gözlerimi kapatıp uyumaya devam etmek istedim. Evimdeydim. Daha dün gece oturduğum salonda. Dışarıda bulutlu bir hava var, güneş toz rengi bulutların arasından çaresizce aydınlatmaya çalışıyordu. Havada lavanta kokusu vardı. Köşedeki kitaplık henüz o kadar eskimemiş, rafları daha dolup taşmamıştı. Kanepenin tahta koltuğunda on beş yaşında yaptığım bardak lekesi yoktu. Köşede tüplü televizyonun üzerinde küçük kaktüs bitkisi konulmuştu.
Annem karşımda karşımda sağımdaki tekli koltuğunda oturuyordu. Onu son gördüğüm halinden çok daha gençti. Tekrardan onun ne kadar güzel olduğunu düşündüm. Bana erken yaşta hamile kalan bu kadının yirmilerinde neredeyse kusursuz görünüyordu. Elimi başımın üzerine koymuş, saçlarımı okşuyordu. Sıcacıktı, unutulmuş hisler gibi. Ben dizlerimi kendime çekmiş, ağlamadan hemen önceki o kararsızlığın içindeydim. Kollarımda Van kedisi pelüş oyuncağımı tutuyordum. Sol kulağı daha yeni dikilmişti. “Onu sevmiyorum, gitsin artık. Kartopunu kulağını kopardı. Benden ne istiyor ki? Gitsin ve geri gelmesin.” Çenemi hayvanın başının üzerine koyup daha sıkı sarıldım. Neler olduğunun o zaman farkına vardım. Anılarımın içindeydim. Muadele edemesem de, hissediyordum. Onun, bana yaptığı buydu. Uyanmak istedim ama yapamadım.
Annem, elini çenemin altında koyup başımı ona çevirdi. Bana öyle şefkatlı bakıyordu ki, onun sevgisinin sıcaklığında eriyebilirdim. “Her şey geçecek kızım. Günün birinde iyileşeceksin. O zaman geldiğinde arkadaşların da olacak, rahat rahat dışarıda gezeceksin onlarla, sana kimse zarar veremeyecek.” Hemen inanıyordum, onun beni iyileştireceğine güveniyorum, onu seviyorum. “Söz mü?” Çocukcaydı ama kalpten geliyordu. Annem gülümsüyor. “Söz.” Ben de gülümsedim. Annem sözünü hiçbir zaman tutmayacak.
Tekrardan karanlık, yalnızlığın içinde sessizce yatıyordum. Parmaklarımda bir karıncalanma hissettim. Bazı anılar görmeye devam ettim sonrasında. Anılar içinde yavaş yavaş büyüdüm. En eski anılarımdan günümüze doğru yavaş yavaş büyüdüğümün farkındaydım. İçlerinden birini özellikle buraya yazmak istiyorum.
Hafif çiseleyen yağmur damlaları sesleriyle uyandım. Gözlerim aniden açıldı, nefes nefeseydim. “Kabuslardan nefret ediyorum.” Sesim daha kalın, daha gürdü. Kabus görmüş, onunla uyanmıştı. Onunla oradaydım ama yalnızca oradaydım. “O canavar, korkunçtu,” dedim. Diğer kızı bunu umursamazdan geldi. “Sadece bir kabus. Sense korkağın tekisin.” Haklıydı ama anılarımı gördüğü için kabusu biliyordu. Kollarının titremesini engelleyememişti. Şuan yazarken fark ettim. Ne kadar tatlıymış, güçlü durmaya çalışırken.
Annem, kapının eşiğinden ona baktı. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, dik duruyordu. Sesimden uyanmış olmalıydı. “Kabus mu gördün?” Bu duruma alıştığından şaşırmamıştı. Diğer kız, başını salladı. Annem ofladı ama yatağımın kenarına oturdu. Onun yüzüne düşen saçlarını kulağının arkasında kıvırıp tebessüm etti ve kollarını iki yana kocaman açtı. Diğer kız ona sarıldığında annemde kollarını bizim etrafımıza sardı. Onun göğsüne yaslanırken mutluydu. “Beni sakın bırakma,” dedi. Annem sırtını sıvazladı. “Kızımı asla bırakmam.” Bu anıdan beş yıl sonra bizi bırakacak.
Uzun uykumun sonlarına geldiğimin farkındaydım. Hayatımın son dönemlerindeki anılarımda bedendeki iki ruhun kavgalarını daha görmeye başladım. Kabuslarım arttı. Her geçen gün daha fazla ilaç alıyordum. Kendimi kitapların güvenli kollarına bırakmadığım ya da oyun oynayarak zihnimi uyuşturmadığım günüm geçmiyordu. Bu hayatın ne kadar berbat olduğunu biliyordum ama elimden hiçbir şey gelmezdi. Zaman gelip geçerken ben yalnız bir seyirciydim. Son anılardan birinde olduğu gibi.
Annemin valizini ve sırt çantasını kapının önüne bıraktım. “Hadi anne, uçağı kaçıracaksın.” Annem daha yeni aldığı kızıl kazağı ile odasından çıktı. Kendinden emin ve enerjikti. Onu son göreceğimden habersiz olduğum için acele ediyordum. Ceketini giymesine yardım ettim. Çantasını tek omzuna attı. “Son zamanlarda geceleri hırsız vakaları artmış. Kapıları ve pencereleri kilitlediğinden emin ol. Dışarı çıkma. Dolap dolu ama gerekirse telefondan sipariş verirsin. Kartına para yükledim. İlaçlarını aksatma.” Ofladım ve ona sarıldım. “Tamam anne. Aylardır evden çıkmadım sen yokken çıkacak değilim. Beni merak etme başımın çaresine bakabilirim. Kendine dikkat et.” Annem gülümseyip başımın üzerinden öptü. “En yakın zamanda geri dönerim.” Evden çıktı. Bu annemi son görüşüm oldu. Yaşadığım hayat boyunca son kez.
Son kez gözlerim karardı. En sonunda uyandım. Geldiğim arabanın arka koltuğuna uzanmıştım. Başımda hafif bir ağrı vardı. Dişlerimi sıktım. Arabanın ön koltuğunda oturan Crow ceketini üzerime sermişti. Hala bulutlu gökyüzünün altındaydı. “Günaydın. Kendini nasıl hissediyorsun?” Gece yarısında günaydın demek, ilaçlar birinin tuhaf olmasını engellemiyordu.
Ona ceketini geri verdim. Çok fazla üşümüyordum. Kendime gelmeye çalışırken hafif esneme hareketleri yaptım. Alpha, Huntress ve adam arabanın dışında konuşuyorlardı ama rüzgar yüzünden duyamıyordum. “İyiyim. Bana ne olduğunu biliyor musun?”
Ceketini giydi. Benden daha fazla üşümüştü ama belli etmemeye çalışıyordu. “Tam olarak değil. Boynuna dokunduğunda bayıldın. Kara ruhsa transa geçmiş gibiydi. Onu kendi arabasına oturttu. Durumu açıklarken Alpha senin başında durmamı söyledi. Seninle beraber öğreneceğim. Sen, sadece uyudun mu?” Başımı hayır anlamında salladım. Olanları ona anlaattım. Gördüklerimin hepsini değil tabi, sadece anılar gördüğümden bahsettim. Crow’un pek anladığını düşünmüyorum ama olduğu gibi kabul etti.
Arabadan indiğımiz birkaç adımda onların yanında geldim. Alpha, duygularını belli etmiyordu ama Huntress rahatladığını saklamadı. Ben yalnızca karşı arabanın ön koltuğunda oturan Destiny’e baktım. Kara ruh formu gitmişti. Bunun yerine, düşünceli gözüküyordu. Bir şeylere anlam veremiyormuş gibiydi. Bana güvenmediğini her hareketiyle belli eden adam konuştu. “Destiny, artık gelip ne gördüğünü anlat.” Sesinde net bir emir vardı.
Destiny yanımıza geldiğinde nefesini verdi. Yorgun görünüyordu. Onun gücünün kendini yorduğunu anlamam zor olmadı. Adama döndü. “Nightmare yalan söylememiş. Hayatı hakkında sana ve Alpha’ya söyledikleri kendi bildikleriyle uyuşuyordu.”
Adam kaşlarını kaldırdı. “Pekala, geçmişi hakkında onun bilmediği neler öğrendin? Unuttukları hakkında, nerede kara ruha dönüşmüş? Nasıl hayatta kalmış?”
Destiny tekrardan nefesini verdi. “Sorun burada. Onun hatırlayamama sebebi, anılarının orada olmaması. İnsan beyninde üç çeşit hatırlama yeri vardır biliyorsunuz. Birincisi anlıktır, sokakta yolda gördüğümüz sıradan birinin yüzünü on saniye kadar unuturuz, depolanmaz. İkincisi kısa sürelidir, kişi unutsa da bunu sonraları hatıralar yoluyla öğrenebilir. Sonuncusu bilinçaltıdır. Hatırlanamaz ama oradadır.”
“Kara ruh dönüşümüm bana insanların hafızalarındaki her bilgiyi, her hatırayı okuma gücünü verdi. İnsan hafızasını kitap gibi okuyabilirim ama kitap eksikse benim yapacağım kalmaz. Bu travma ya da hafıza kaybı değil. Nightmare yedi yaşından öncesini hatırlamıyor çünkü doğaüstü bir yolla ondan silinmiş. Bu yüzden dönüşümünü hatırlamıyordu. Hiçbir zaman da hatırlamayacak. Yalnızca yedi yaşından önce değil, hayatı sırasında zaman zaman silenen diğer anılar gibi.” Sözlerinin sonunda bana baktı. “Kartopunun ne zaman kaybolduğunu hatırlamıyorsun değil mi? Bunu ona yapabilecek tek bir kişi var.”
“Toprak Sönmez.” Hayatımı mahveden kişinin adı, dudaklarım arasından hiç olmadığı kadar soğuk çıktı. Bana yalan söylemekle kalmadı. Hatıralarımı da benden aldı. Onu tanımıyordum. Kalbimde yanan mumlardan biri daha söndü. Yumruklarımı sıktım. Canım acıyordu. Canım sahiden acıyordu. Ona ne zaman inanmak istesem tam karşıma kanıtlar sunuluyordu. Kalbim savaş davulları gibi çarpıyordu. Keşke şuan karşımda olsaydı. Hayatımdaki ilk yumruğunu onun güzel suratına indirmek istiyordum.
Adam telefonunu çıkarıp olanları not aldı. “Bunların birlik kayıtlarında geçtiğine emin olacağım. Dışarıda insanların hafızasını silebilen bir kara ruh varsa, onun yalnız olmadığına eminim. Yanında birlik adında çalışmayan başka kara ruhların da olduğuna eminim. Hafızan kontrol edildiğine göre artık tüm bilgilerin bizde Nightmare sana ekstra sorgu çekme girmeyeceğim. Bundan sonra yalnızca iki adımın var.” Yanında getirdiği çantasından mat bir iğne çıkarıp bana Huntress’a verdi. “Bununla beraber seni nereye gidersen git, yerini bulacağız. Tıpkı kontrolümüz altındaki her kara ruh gibi. Eğer çıkartırsan, ölümünü kabul etmiş olursun.”
Huntress ustalıkla iğneyi kontrol etti.“İğneden korkar mısın?” Normal şartlar altında daha gördüğüm anda korkardım ama içimde burukluk vardı. Duygularımı bastırmaya çalıştım. Başımı salladım. Arabanın koputuna yaslanıp kolumu sıyırdım. “Çok acıtmayacak,” dedi ama ben yine de bakamadım. İğne derimin altında girdikten kısa süre sonra bir nesnenin derimin altına oturduğunu hissettim. Canım acıtsa da, dayanamayacağım kadar değildi. Bu bana sonraki adıma getiriyordu: gücümüm tam olarak ne olduğunu anlaşılması. “Gücün senin algılarının artmasını ve daha hızlı, daha güçlü olmanı sağlıyor demiştin. İçindeki hayvanın sana çağrıştırdığı bir şey var mı?”
Bunu dönüşümün gerçek doğasını öğrendikten sonra düşünüyordum. Geçmişimi hatıraldığımda bunu tam olarak öğrenirdim diye ummuştum ama az önce bütün bunlar yıkılmıştı. Sonuçta yalnızca tahmin edebilirdim. Bu, aslında bana anlamsız gelen bir başka huyumla açıklanacaktı. “Aslında var; kurtlar, onları kabuslarımda sık görürüm ya da en azından seslerini duyarım. Bazı geceler ormandan gelen ulumaları ile uyanırım ama onları görmedim. Eğer kara ruhumun temeli bir hayvan olacaksa, onların olduğunu düşünüyorum.”
Huntress yanında getirdiği yayını kontrol ederken bana baktı. “Haklı olabilirsin. İnsanlardan daha hızlı, daha güçlüdürler. Muhteşem koku alma yeteneklerinden bahsetmiyorum bile.”
Adam telefonunda birkaç not daha aldıktan sonra bana döndü. “Pekala. Buradan canlı çıkmamanın birlik için daha uygun olacağını düşünsem de, hiçbir kara ruhun boşuna ölmesini istemem. Klanınla gitmekle özgürsün. Buna karşın ilk görevinin sonuna ya da tam olarak kendini kanıtlayana kadar bilgiler senden gizli tutalacak. Yalnız emirlere uyacaksın. Bize ihanet etmesen iyi olur.” Sonra da cevap vermemi beklemeden arabasına binip gitti. Onun arkasından bakmakla yetindim.
Alpha, araba tamamen ayrılıncaya kadar bekledi. Sonra bize döndü. “Gidelim buradan. Buranın kokusundan sıkıldım.”
Tekrardan arabaya bindik ve sonunda buradan uzaklaştık. Kemerimi taktıktan sonra ayakkabılarımı çıkardım. Dizlerimi kendime çekip kollarımla sardım. Bedenim değil, ruhum yorulmuştu. Uyumak ve uyanmamak, istiyordum. “Crow benden nefret ediyor musun?”
Parmaklarını pencerenin kenarına vururak dışarı izleyen genç, bana döndü. Ben arabanın arka koltuğunda uyuduğum sırada tekrardan ilaç almıştı. “Hayır. Neden sordun?”
Duyulması zor, kısık bir tonda cevapladım. “Ben ediyorum da.”
İnsanın kendinden nefret etmesi, sevmesinden daha zordur. Hayatım boyunca hiçbir şey yapmamış; hedeflerime ulaşamamıştım. Varlığımı değerli kılan bir özelliğim yoktu. Kimsenin beni gerçekten tanımadığı yalın dünyamdaydım.
Huntress bunun üzerine ayaklarının dibine koyduğu sırt çantasını açtı ve içinden bir şey aldı. “Sana bunu vermeyi bekliyorduk." Elindeki kurt işlemeli bilekliği görünce kolumu uzattım. Metal soğuğunun canımı yakması, bana iyi geldi. Duygularımı unutmamda bana yardımcı oluyordu.
“Fenrir, İskandinavlar bu kurttun zincirlenip kıyamette tekrar ortaya çıkacağına inanıyordu. Onun gibiyiz. Yalnızca var olduğumuz yüzünden hapsedilmiş güçlü olmak zorunda kalan ruhlarız. Bundan böyle bizden birisin. Sonsuz geceye kadar bizimle hayatta kal.”