Mina'nın Hikayesi
Mina
Kaçmak, o gece istediğim tek şey buydu. Bana tanıdık olan her şeyden kaçmak ve biraz olsun uzaklaşmak. Güneşin batmasının üzerinden saatler geçmişti. Dışarıda yağmur yağıyordu. Yine çıktım o duvarlarımı üzerime gelen evden. Yanıma sadece telefonumu ve cüzdanımı almıştım. İnsankızıyım ya, bazen düşünmeden hareket edebiliyordum.
Kendimi sahil yoluna atmamın üzerinden beş dakika geçmişti yanıma şemsiye almadığıma pişman oldum. İzmir için fazla soğuk bir geceydi. Sahil yolunda dalgalar acımasızca kıyıya vuruyor, taştan duvarları dövüyordu. Müziğin sesini sonuna kadar açtığım kulaklıklarımın ardından bile duyuyordum bunu. Dışarıda benim dışımda kimse yoktu. İnsanlar yağmurdan sakındıklarından evlerinde veya rahat oldukları yuvalarındaydı ama bana bu hissi veren bir yer dünya üzerinde bulunmuyordu, en azından bu geceliğine.
En sonunda hasta olmamak adında sığınabileceğim bir yer aramaya karar verdim. İşlek caddeden uzaklaştım. Bir köşede bıçaklanmayacağım kadar güvenli ama aynı zamanda sade bir mekan. Islak taş kaldırımlar üzerinde tez adımlar atarken, gözüme kalabalık diğer mekanlardan uzak, sessiz bir taraf ilişti.
Yağmurdan ıslanmış cam vitrine siyah kocaman kanatları ile korkutucu duran kuzgun resmi çizilmişti. Hemen üzerinde, beyaz italik harflere ismi yazılmıştı. Sesli okudum. Kuzgun Kütüphanesi. Tamam, bir kitapçı için alışılmadıktı. Yaklaştıkça içerde loş turuncu ışıkla aydınlandığını fark ettim. Bu saate açık kitapçı bulmayı beklemiyordum ama bazen hayat aramadığını buldurur insana ya da her neysen işte.
Kapıdan girerken girişteki çan tiz bir sesle çınladı. İçerisi dışarıdan gördüğünden daha büyüktü. Soluk kahverengi duvarlarda, eski kitaplıklar sıralanmıştı. Zemin, koyu tonlarında kısa tüylü halı ile kaplanmıştı. Dışarıdaki yağmur kokusuna, adlandıramadığım tatlı bir koku karışıyordu. Dışarıya göre ne fazla soğuk, ne de sıcaktı. Giriş kapısının hemen yanında siyah, kıvrımlı çevresi olan gotik tarzda oval boy aynası duvara sabitlenmişti.
Pürüzsüz aynaya baktım kısa süre; kocaman, kalın siyah çerçeveli gözlüğümün ardından. Siyah dalgalı saçlarım başıma geçirdiğim kapüşonumun iki yanından dışarı taşıyor. Esmer tenim, yüzümdeki onca lekeyi saklayamıyor ne yazık ki. Bana hep çok büyük gelmiş burnum, güzel olmamı engelleyen unsurların arasında yalnız kalmıyor yani. Kendimi güzel bulmuyorum, evet. Daha doğrusu güzel olmak ya da olmamak benim umurumda değil. Sadece, nedendir bilmem, polisiye kitaplardaki dedektifleri andırıyorum.
Ben aynaya bakarken önce adım seslerini geldi; sonra koridorun köşesinden bunu yapan kişi. Kırklı yaşlarında orta boylu bir adamdı. Üzerinde siyah güneş ve ay temalı hoodie giymiş, kapüşonunu başına geçirmişti. Kıvırcık saçları alnının dışarı taşıyor, asice yukarı kıvrılıyordu. Zayıftı. Tanıdığım en zayıf insanlardan biri şüphesiz. Gözlükleri de benimkiler kadar büyüktü ama daha ince çerçevelisi. Kulağındaki halkalı küpe, aynı zamanda pusula olan kolyesi, ince bileklerindeki boncuklu bileklikler onu yaşına göre daha genç gösteriyordu.
Sağ elinde ince bir kitap tutuyordu. “Alfred Adler - İnsan Psikolojisi,” Daha önce kitapçılarda defalarca kez gördüğüm ama yüzüne bile bakmadığım onca kitaptan biri sadece. Kaldığı sayfayı kaybetmemek adına, işaret parmağını arasında koymuştu. “Hoş geldiniz hanımefendi,” dedi nazik ama beklediğimden daha kalın ses tonuyla.
“Hoş buldum. Burası yeni mi açıldı? Daha önce görmemiştim,” Başını evet anlamında salladı. Benimle göz temasını kaybetmemeye çalışırken hemen solumda kalan masanın üzerinden origami ile yapılmış kitap ayracını sayfaya yerleştirdi. Zihnimde arkalardan kısık bir ses, o ayracı nasıl yaptığını öğrenmek istedi.
“Daha açıldık bile sayılmaz.” Tezgahın ardındaki kitapların çoğu karşımdaki kişinin kitaplığı gibiydi. Bunun yanında raflarda henüz başka kitap yoktu. Her birinin kitaplarla dolu olmasını yalnızca zamanlarını beklediklerini düşündüm bir anlığında. “Buranın ilk müşterisin. Kuzgun Kütüphanesin bu boş kitaplıkları yakında daha fazlasıyla dolacaktır ama şuanlığına sana okuman için bir kitap verebilir, yanına da sıcak çay ve un kurabiyesi getirebilirim.”
Demek aldığım lezzetli koku kurabiyeden geliyordu. Bana sıcak bir tavırla konuşması, buraya daha fazla ısınmamı sağladı. “Bu oldukça hoşuma iyi olur.”
Geçmem için kenara çekildi. Yavaş adımlarla geçip köşeyi döndüğümde yanan bir şöminenin, kitaplıklarla dolu odada çatırdayan ateşi barındırdığını gördüm. Yağmur arka tarafa açılan cam bahçe kapısına çarpıyor, ateşin sesiyle uyumsuz bir şarkı çalıyordu. Kare masalar bunların yanındaydı. Bunu kenara bırakmam gerekirse odada dikkatimi ilk çeken şömine önündeki minderinde kıvrılmış yatan ve koyu orman yeşili gözlerini benim üzerime dikmiş siyah tüylü kediydi. Ben ona yaklaştığımda miyavladı ama eğilip boynunun altını sevdiğimde bana izin verdi. Masalardan birine oturdum.
Sadece iki dakika sonra adam koltuğunun arasında bir kitap almış, ellerinde tahta tepsi ile yanıma geldi. Tepside beyaz kupanın içinde üzerinde buhar tüten bir çay ve oldukça lezzetli gözüken un kurabiyeleri vardı. Bu ikisini masamın üzerine bıraktı ve kitabı bana uzattı. Kitabı elime aldığımda isminin olmadığını gördüm. Yazarın imzasını da taşımıyordu.
Kafamı kaldırıp adamın kahverengi gözlerine baktım. “İsimsiz ve yazarsız bir kitap ilk defa görüyorum,” dedim biraz da merakla.
Adam alaycı alaycı güldü. “Bunun nedeni henüz yazarın adına karar verememiş olması. Hislerim beni yanıltmıyorsa, ki genelde yapmazlar, sen bitirdiğini adını da biliyor olacaksın. Yalnızca kitaba okunma şansı ver.”
Başımla onayladım ve kitabın kapağının içindeki okuyucu listesinin en tepesine masadaki kalem kutusundan aldığım kalemle adımı yazdım. Mina, adım, biyolojik ailemden bana kalan tek şey. Kafamı tekrar kaldırdığımda kütüphaneci kendi masasına oturmuş, kendi okuma seansına başlamıştı bile. Hayatın geri kalanından izole olmuşa benziyordu.
Un kurabiyesinden birini alıp ağzıma attım. Kitabın ilk sayfasıyla buluştu gözlerim. Kanım ağır ağır vücudumda dolanırken, zihnim yalnızca yazılara ve onların getirdiği dünyaya odaklandı. İlk cümle, dudaklarımın fısıltı gibi çıktı.
“Prolog: Yağmur sesleri, yaklaşan geceye doğru akan müzik notaları gibiydi.”