Sürgün - Chapter One
Solgun; taşlı patikada sallanarak giden at arabasının içinde uzaktan gördüğüm bu şehre karşı ilk hissim bu şekilde. Şehir sislerin arasına ormanların içine kurulmuş. Dağınık sokaklarında, ateş sarısı fenerler kendini loş karanlığa karşı umutsuzca korumaya çalışıyor. İstemsiz titriyorum. Rüzgar saçlarımın arasında bana vesveseler fısıldıyor. Burası sürgünler için kurulmuş. Her kapının ardında, bir hırsız ya da katil bulmak mümkün. Söylenene göre Aera bile bu ormana adımını atmamış. Ragnor onun omzunun üzerinden tedirgin bakışlarını görmüş. Şimdi ben de onlardan biriyim. Bir katil, bir sürgün, isimsiz.
Şehrin altına kurulmuş olduğu devasa malikane Uyandur; hiçbir şey bu kadar büyük ve görkemli olamaz. Eski duvarları koyu nemle kaplı ama hala ayakta, dağın üzerine oturmuş bir titanı andırıyor. Malikanenin koyu renkli sarmaşıklarla kaplı yüksek surları arasından sızan narin maltız ışığı bulutlu gecedeki yıldızlar gibi. Yürümesi saatler sürecek onca mesafeye karşın beni izledikleri hissine karşı koyamıyorum. Sanki her metal ucunda yılan zehri bulunan bir ok oradan fırlayacak ve göğsüme tam kalbimin üzerine saplanıp kaçındığım o zincirsiz cehenneme gönderecek. Korkuyorum, korkuyorum..
Araba sallanmaya devam ederken koca bir taşın üzerinde zıplıyoruz. Transımdan çıkıyorum. Yanımdaki benim yaşlarımda siyah saçları darmadağınık olan genç başıyla şehri işaret edip “Görkemli ha, orada yaşamak ilginç olacak,” diyor. Ne kalın, ne de tiz olan sesine lakayt bir ton hakim. Uzun boylu, ortalamanın üstünde bir boya sahip olmama karşın benden bir kafa boyu daha uzun. Gözleri güneydeki eski dağları kıskandıracak kadar koyu kahverengi tonunda ve nispeten yakışıklı. En azından sıradan kızlar böyle düşünürdü. Ben değilim ama. Dikkatimi en çok çeken özelliğini ise sona sakladım. Sol elinin üstünde; siyah bir çemberin içinde pek çok çentiğin anlamsız şekilde kırıldığı işareti taşıyor. Dövme olamayacak kadar eski ve doğal duruyor. Renginden ve desenin anlamsızlığından bunun onun adı ve kaderi olduğunu düşünüyorum. Kaderini elinin üzerinde taşıyor. Ne garip ama alışılmadık da değil. Bileklerine sarılı kalın demirden prangaların aynısını ben de taşıyorum. Kıyafetlerimiz de benziyor. Sadece onunki koyu kahverengi bir gömlek iken benimki tek parça tişört.
“Ne demezsin,” diye karşılık veriyorum. Sesimi sadece onun duyabileceği kadar fısıltı tonunda tutmaya özen gösteriyorum. “Sabırsızlanıyorum.” Yüzündeki o insanın sinirlerini bozan sırıtış su dolu kaba damlatılan bir damla mürekkep gibi yayılıyor. Konuşmuyor ama izlemeye devam ediyor.
At arabasının yanında aynı hızda ilerleyen Krom muhafızı sağ elini belinde duran uzun kılıcın kabzasına koyduktan sonra kalın kaşlarını çatıp “Sürgünler önünüze dönün!” emrini verince ters konuşmamak adına dudaklarımı bastırmak zorunda kaldım. Onun gibi birinden korkmazdım. Yalnızca karşısındaki ile eşit olmayan şartlardayken kendine güvenen biriydi. Başımı çevirdim ve önüme döndüm. Hayatta kalmam için doğru olan buydu neticede. Kendi acınası durumunu bilmen gerekir. Bunu zor yoldan öğrenmemeyi dilerdim. Arabanın karşı koltuklarında oturan iki adam hala uyuyordu. Dün geceden beri uyuyorlardı. Horlamasalardı, onların öldüklerini düşünecektim. En azından takırdayan tekerlekler ve uğuldayan rüzgar, seslerini bastırıyordu. Bu sarsıntılı yolda uyuyabilmek için umursamaz birer barbar olmayı gerektirir ki. Siyah saçlarından ve giydikleri hayvan derisinden yapılma eski kıyafetlerden onların Kromlu olduğunu dün gece anlamıştım. Soğuğun hakim olduğu bu topraklar işte böyle adamlar yetiştiriyordu.
Sıkıcı iki saatin ardından arabacı atlara durmaları için homurdanınca bakışlarımı arabanın eskimiş ahşap zemininden kaldırdım ve soluma döndüm. Şehrin girişinde metal iki kapının önünde duruyorduk. Bize eşlik eden Krom muhafızlarından bana emir vermemiş olan, İedoslu bir başka muhafızla konuşuyordu. Krom dilini daha çocukken öğrenmiştim bu yüzden ne dediklerini anlayabildim. Dört yeni sürgünün geldiğini ve ikisinin, hırsız ve katil olanın, Uyandur’da Lord Karvon’a teslim edileceğini konuştular. Adamların konuşma tarzı resmi değildi. Muhtemelen buraya sık gidip geldiklerinden arkadaşlardı. İedoslu adam yerden üç metre yükseklikte duran taştan kulelerin üzerindeki adamlara kapıları açma emri verdi. Geçen zaman ve havadaki nem yüzünden paslanmış kapılar gürültülü bir gıcırtıyla iki yana açıldı. İdeoslu adam arabacının yanında oturdu ve yolumuza kaldığı yerden devam ettik. Şehrin sıradan binalarına ulaştığımızda az önce gördüğüm suskun fenerlerin ışığı sislerin arasından arabanın içine düşmeye başladı.